Hiçlik, Kimlik ve Özgürlük Arasında İnsan
İnsan, evrenin ortasında, anlam arayışıyla yanıp tutuşan bir varlıktır. Yıldız tozundan yaratıldığını bilen ama sonsuzluğun anlamını kavrayamayan tek canlıdır. Bu yüzden varoluş, yalnızca yaşamak değil, “neden yaşıyorum?” sorusunu sormakla başlar. Bu soru, felsefede, mistisizmde ve tasavvufta aynı kapıya çıkar: İnsanın kendini bilmesi.
Hiçlik: Yokluğun İçindeki Varlık
Felsefenin en kadim paradoksu, varlık ile hiçlik arasındaki ilişkidir. Heidegger, “Hiçlik, varlığın arka planıdır” derken,
tasavvufta Hallâc-ı Mansûr “Ben Hakk’ım” diyerek benliğin hiçliğinde Hak’kı bulmuştu.
Tasavvuf ehline göre hiçlik, yok olmak değildir. Tam aksine, kendinden arınarak her şeyle bir olmak hâlidir. Mevlânâ’nın şu sözü bu hakikati özetler: “Hiç ol ki, her şey olasın.”
Modern felsefe, hiçliği anlamsızlık olarak görürken, mistik gelenekler onu varoluşun kaynağı olarak kabul eder. Çünkü boşluk olmadan doluluk, sessizlik olmadan ses var olamaz.
Kimlik: Benliğin Sınırları
İnsanın doğduğu andan itibaren geliştirdiği kimlik, bir “ben” hikayesidir. Ancak bu “ben”, çoğu zaman toplumsal rollerin, inançların, arzuların ve korkuların ördüğü bir maskedir. Bu nedenle tasavvuf, “nefsini bilen Rabbini bilir” diyerek benliği çözümlemenin önemine vurgu yapar.
Modern psikoloji de benzer biçimde, ego kavramını merkeze alır. Freud’un ego’su, Jung’un “persona”sı ya da Maslow’un “kendini gerçekleştiren benliği”, hepsi aynı hakikatin farklı dilleridir. Gerçek kimlik, sosyal maskelerin ardında gizli olan öz benliktir. Tasavvuf bu benliği “sır” olarak adlandırır ve bu sır, sadece kalp saflaştığında açığa çıkar.
İbnü’l Arabî’ye göre insan, “Allah’ın aynasıdır.” Kendini bilen insan, bu aynayı parlatır ve sonunda orada sadece İlahi yansıma kalır.
Özgürlük: Benliği Aşmanın Cesareti
Özgürlük, modern dünyanın en çok konuşulan ama en az anlaşılan kavramıdır. Çoğu insan özgürlüğü, sınırsız seçim yapabilmek sanır. Oysa tasavvuf ve felsefe, özgürlüğü benliğin zincirlerinden kurtulmak olarak tanımlar.
Nietzsche’nin “üstinsan” ideali, insanın kendi değerlerini yaratabilme cesaretidir. Tasavvufta ise bu, “insan-ı kâmil” olma süreciyle benzer bir yoldur. Her iki anlayışta da özgürlük, başkalarına değil, kendi nefsine hükmetme erdemidir.
Zihni arındırmak, arzuları dizginlemek, korkuları aşmak, işte gerçek özgürlüğün yolu budur. İbn Atâullah el-İskenderî der ki: “Gerçek hür, nefsinin esaretinden kurtulandır.”
Varoluşun Acısı ve Bilincin Uyanışı
Sartre, insanı “özgürlüğe mahkûm” olarak tanımlar. Bu mahkûmiyet, seçmek zorunda olmaktan doğan varoluşsal bir yüktür. Ancak tasavvuf der ki: “Seçen sensin, ama seçtiren O’dur.”
Bu farkındalık, insanın kendi varlığını ilahi irade içinde anlamlandırmasını sağlar. Artık yaşanan hiçbir şey tesadüf değildir, her olay, ruhun tekâmül yolculuğunda bir derstir.
Manevi uyanış da burada başlar: İnsan, hayatı değiştirmeye değil, onu idrak etmeye başlar. Bu idrak, “ben”den “O”na geçiştir ve varoluşun nihai anlamı da budur.
Hiçlik, Kimlik ve Özgürlük Arasında İnsan
İnsanın yolculuğu, üç duraktan geçer:
Hiçlik — Benliğini terk ettiği nokta,
Kimlik — Kendini tanıdığı nokta,
Özgürlük — Hakikatle bir olduğu nokta.
Bu yolculuğun sonunda insan, artık ne kendini kurtarmaya çalışır ne de dünyayı değiştirmeye. Çünkü o, her şeyin zaten ilahi düzende mükemmel olduğunu fark eder. İşte o an, “hiçlikte var olmanın” huzuru başlar.
Kaynaklar:
- Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik.
- Martin Heidegger, Varlık ve Zaman.
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevi.
- Muhyiddin İbnü’l Arabî, Füsûsü’l-Hikem.
- Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt.








Bir yanıt yazın